Edebiyat

Kötülüğün Sıradanlığı: Akıl Tutulması

Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt’in literatüre kazandırdığı “kötülüğün sıradanlığı” olgusunu, aynı isimli eseri bağlamında sizler için irdeledik.

Aklın, antitez üretmeyen bir otonomlukta oluşu, modern zamanlarda belirginleşen bir durumdur. Bu durum, aklını kullanarak kendisini bilmek isteyen insanın bunun yerine giderek kendisine yabancılaşması trajedisini barındırmakta.

Bu bağlam önemli, zira kitabın konusu olan kötülük, bu kötülüğün sıradanlığı ve bunları devindiren özneler/yapılar, mevzubahis araçsal akıldan yalıtık bir şekilde düşünüldüğünde tam olarak anlaşılamayabilirler.

Nitekim bu temel tema, kötülüğün bir “canavar” tarafından değil de, gündelik olan tarafından meydana getirilmiş olmasıyla göz önüne daha çok çıkar. Zaten, Arendt’in de kitabının izleğini şekillendiren davanın sanığı olan Nazi yetkilisi Adolf Eichmann’ın da sıradan bir insan oluşu, trajediyi daha iyi yansıtır.

Peki, bu araçsal aklı oluşturan ve devindiren unsurlar nelerdir? İnsan aklı nasıl bu denli kötücül olabilir? Bu kötülük, nasıl bu denli kitleselleşebilir ve görmezden gelinebilir? Bu kötülük nasıl sıradanlaşır? Bu soruların cevapları için birçok ilintili bağlam var. Şimdi biraz bunlardan bahsedelim.

Öznenin Nesneleşmesi

İkinci Dünya Savaşı döneminde meydana gelen Yahudi soykırımının temel dinamiklerinden birisi, kültürel mesafeliliğin sağlanmasıdır. Öznenin nesneleşmesidir bu durum aslında. Nitekim bu sağlandığında, kitleler de çılgınlığa katılabilirler.

Aynı zamanda bu durum, kültürel mesafelilik için bir “öteki” yaratılması sürecini de gözler önüne serer. Bu bağlamda söylemler oluşturmak ve göstergeler kurgulamak çokça kullanılan politikalardır. Arendt’in de belirttiği gibi:

‘Bu arada, Nazilerin tipik özelliklerinden biri de, düşmanları anısına müzeler kurmaktır. Savaş zamanında, Yahudi karşıtı müzeler ve kütüphaneler kurma şerefine erişebilmek için pek çok hizmet birimi sert bir rekabete girmiştir.’’

Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 47.

Ötekinin yaratılması, aynı zamanda ötekiye karşı eylemleri meşrulaştırmak ve “kendini kandırmak” için önemli bir araçtır. Bu sayede kitleler, spesifik örneklemimizde Alman halkı, gerçeklik ve olgulardan “korunmuş” oluyor. Bu da, elbette gerçekliği olmayan söylemler üretmek, yani yalanlar üretmek ve bunun propagandasını yapmakla pekişir.

‘Savaş sırasında, Alman halkının tamamı üstünde en çok etkili olan yalan, ‘‘Alman halkının kader savaşı’’ [der Schicksalskampf des deutschen Volkes] sloganıydı. Hitlerin veya Goebbels’in bulduğu bu slogan, insanın kendini aldatmasını üç açıdan kolaylaştırıyordu: Birincisi, bu savaş aslında savaş değil, demeye getiriyordu; ikincisi, savaşı başlatan Almanya değil, kader olmuştu; üçüncüsü, bu savaş Almanlar için bir ölüm kalım meselesiydi – ya düşmanlarını yok edeceklerdi ya a kendileri yok olacaktı.’’

Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 62-63.

“Normallik”

kötülüğün sıradanlığı

Oluşturulan ötekiye dair eylemler karşısında kitlelerin muhalefette bulunmaması ya da daha vahim olarak bu eylemlere katılımı durumu kritik bir noktadır. İşin çarpıcı tarafı da, belirgin düşmanlıkları olmayan sıradan insanların bu yıkıcı sürecin parçası haline gelebilmesidir zaten.

Adeta hissizleşen insanlar, otoritenin talepleri doğrultusunda duygusuzca ve sert bir şekilde eylem içerisinde bulunurlar. Bu duygusuzluk ve sertlik, pasif bir edim şeklinde, yani bir şey yapmamakla – sessiz kalmak – da kendisini gösterir.

Kitlesel düzlemde varolan bu anlayış kendi kendisini de devindirir aynı zamanda. Kimse vahşetin “normalinin” dışında davranmadığı için, uyma davranışı pekiştirici işlev görür. Kötülüğün sıradanlığı olgusunu gerçekleştiren de, bu sayede rahatlatılan vicdandır. Bu durum nedeniyle, örgütlü bir toplumsal direniş de varolamaz; ele alınan dönemde varolmamıştır da.

Mevzubahis soykırımda, üst düzey yetkililerin, bürokratların, memurların, sıradan halkın; hatta soykırıma maruz kalan gruplara mensup insanların dahi sürece dahil oluşunda, bu vicdan tutulması durumu ön plana çıkar. Peki, bu insanlar neden bu yoz politikalara itaat ettiler?

Savaş süreci ve Eichmann’ın dava süreci sonrasında birtakım sosyal psikologlar, bu bağlamda irdeleyen deneyler gerçekleştirmişlerdir. Bu deneyler arasında Milgram’ın İtaat Deneyi ve Zimbardo’nun Stanford Hapishanesi Deneyi ilgi çekicidir.

Deneyler

kötülüğün sıradanlığı

Bu deneyler, sıradan bir insanın sadece emir ve mevcut politika sebebiyle doğru/yanlış olguları manipüle edip edemeyeceğini, etik düzlemi gözardı edip edemeyeceğini; gerekli şartlar oluşturulduğunda ve güç sağlandığında kötü eylem rollerini üstlenip üstlenemeyeceğini ölçmeyi amaçlamıştır.

Milgram’ın deneyi spesifik olarak, sıradan insanın otorite altında ahlaki değerleri hiçe sayan davranış potansiyelini ölçmeyi amaçlar. Zimbardo’nun deneyi ise spesifik olarak otorite sahibi olan insanların nasıl davranacağını ölçmeyi amaçlar. Milgram’ın deneyinin sonucu ilginçtir.

‘‘Sadece görevini yapan, kendi başına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yok etme işleminin parçası olabilmekteler. Yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü. (…) Eğer Sorumluluk kendilerinde değilse ve bu sorumluluk bir otorite tarafından üstleniliyorsa, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını görmelerine ve ahlaki değerleriyle çelişmesine rağmen çok az kişi otoritenin isteklerine hayır diyebilmiştir.’’

Yıldız Dilek Ertürk, Davranışlarımız ve Biz, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2017, s. 65
kötülüğün sıradanlığı

Zimbardo’nun deneyinin sonucu da ilginç olmakla beraber, daha da ilginci, Zimbardo’nun kendisinin de deney ortamında, yani simülasyonda bir hapishane müdürü gibi davranması ve otoritesini istismar aracı olarak kullanma eğilimi göstermesidir. Bu deney sonucunda:

‘‘Bu deney iyi insanların meşrulaştırıcı bir ideoloji, onaylanmış kurallar ve roller içeren “sınırsız durumlar”a tabi tutularak canavarca davranmaya ikna edilebileceğini göstermektedir. (…) Bu deney, toplumun onlara biçtikleri rolleri farkında olmadan nasıl sahiplendiklerini ve o rolün etkisinden çıkamadan kontrolsüz bir şekilde yerine getirdiklerini net bir şekilde ortaya koymuştur.’’

Yıldız Dilek Ertürk, Davranışlarımız ve Biz, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2017, s. 68

Bu deneylerin sonuçlarının da pekiştirdiği üzere, insanların statü ve roller gibi sebeplerle yozlaşabilecekleri ve propagandaya açık olabilecekleri gözükmektedir. Bu bağlamda bir diğer ilgi çekici nokta da, bu kişilerin yaşadıkları kişilik bölünmeleridir.

Jung’un persona kavramı, Goffman’ın dramaturjik rol tanımlamaları bu noktaya örnek teşkil eder. Daha da somut bir örnek çizmek istersek, akşam çocuğunu seven ve onunla sevgi dolu vakitler geçiren bir SS subayının ertesi gün fırınları yönetmesinden bahsedebiliriz mesela.

Modernite ve Holokaust

Yaşanan soykırımın ardından insanlar, bu vahşetin nedenleri ve nasılları üzerine çokça kafa yordular. Soykırımın nedenlerinden biri olarak Arendt, modernite ile totalitarizmin birbirine içkin yapısına kitabında değinmiştir.

Ayrıca, modern dönemin araçsal aklının da nedenler üzerindeki etkisine değinmiştik nitekim. Dikkat çekici bir diğer husus da modernitenin, soykırımın nasıl’ı ile ilintisidir. Bu denli bir vahşet, elbette modernitenin sağladığı çerçeve içerisinde olabilirdi.

Nitekim Zygmunt Bauman, Modernite ve Holokaust isimli çalışmasında, modernliğin holokaustun yeterli koşulu değil, gerekli koşulu olduğunu belirtir. Yani holokaust, moderniteye içkindir.

Bu durumun birçok uzantısı var. Soykırımın bu denli büyük olabilmesini sağlayan, adeta fordist bant üretimi gibi düzenlenen hem bürokratik hem de inşai yapısallık içerisinde kıyımın gerçekleştirilmesidir.

Nicel olarak vahşetin kapasitesi artırıldığı gibi, bürokrasi tekniği ile de etik değerlerin ötesine geçmeyi sağlayan bir vicdan erezyonu oluşturulmuştur. Moderniteye içkin araçsal akıl, hedefe yönelik eylemlerde etik değerlendirmenin içini boşaltır, amacı sorgulamayacak hale gelir.

Düğme

Bu durumun somut örnekleri var. Mesela, kıyımı gerçekleştirenlerin, eylemlerinin vahşetini hissetmelerini önleyecek şekilde öldürme mekanizmaları dizayn edilmiştir.

Modern dönemde insan vicdanı ile eylemleri arasına giren, kötülüğün sıradanlığı olgusunu pekiştiren bu “düğme” mekanizmalarından birçok kaynakta bahsedilmektedir. Toplama kampındaki Yahudilerin, içeri verilen egzoz dumanı ile zehirlenmeleri için bindirildikleri kamyonun şoförünün, kendisine sorulduğunda, kimseyi öldürmediğini ve sadece araç kullandığını belirtmesi gibi bir tablodur bu.

Modern dönemin bu mide bulandırıcı durumunu, modern döneme geçişin ilmek ilmek yansıdığı Niteliksiz Adam eserinde Robert Musil, bir kazaya denk gelen çifte dair pasajında gözler önüne serer:

‘‘Hanımla ona eşlik eden bey de yaklaşıp, kafaların ve eğik sırtların üzerinden yerde yatana bakmışlardı. Sonra geri çekildiler ve duraladılar. Hanım, kalbiyle midesi arasındaki boşlukta acıma diye nitelendirmekte haklı olduğu, nahoş bir şey hissetmekteydi; bu, ne olduğu belirsiz, felce uğratıcı bir duyguydu. Bey, bir süre sustuktan sonra ona şöyle dedi: “Burada kullanılan bu ağır kamyonların fren mesafesi çok uzun.” Hanım, bunu duyunca rahatladığını duyumsadı ve sıcak bir bakışla teşekkür etti. Bu sözcüğü herhalde daha önce de duyduğu olmuştu, fakat fren mesafesinin ne olduğunu bilmiyordu ve bilmek de istemiyordu; bu iğrenç olayın böylece belli bir düzene sokulması ve kendisini artık doğrudan ilgilendirmeyen bir teknik soruna dönüşmesi, ona yetiyordu.’’

(Robert Musil, Niteliksiz Adam, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2022, s. 79-80.)

Nesnel Tavır

Katliamın hüviyeti ile katliamı gerçekleştirenler arasında “oluşturulan” gerçeklik kırılması, salt parti tahakkümünün ötesinde insana içkin hale gelen bir algı tasarımlanışını yansıtır. Soykırımın gerçekleştirildiği kamplar birer “işletme” olarak görülmüştür.

Sanayi yapılanmaları ile eklektik bir yapı oluşturularak “karlılık” politikaları belirlenmiştir. Nakilden kıyıma kadar geçen süreçte her aşama hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik, ölçülebilirlik ve uzmanlaşma ilkeleri çerçevesinde dizayn edilmiştir.

Bu yapılanma içerisinde, Eichmann’da da olduğu gibi, görevlilerin “görev yönelimli idealistliği” de yoğunlaşır. Hatta birbirleriyle rekabet haline dahi girer.

‘‘Bu nesnel” tavır – toplama kamplarından “yönetimle”, imha kamplarından da “ekonomiyle” ilgiliymiş gibi bahsetmek – SS zihniyetinin tipik bir özelliğiydi ve Eichmann duruşmada hala bununla iftihar ediyordu.’’

Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 78-79.

Gerçeklik kırılmasından bahsettik. Bu manipülasyona bir diğer örnek de, öldürme eyleminin kendisinin tıbbi bir mesele olarak görülmesidir. Eichmann’ın avukatlığını yapan Robert Servatius’un bu bağlamdaki ifadeleri çarpıcıdır.

‘‘Servatius sanığın “iskeletlerin toplanması, kısırlaştırma, gazla öldürme, vb. tıbbi meseleler“den sorumlu tutulamayacağını beyan etti. Bunun üzerine Hakim Halevi araya girerek, “Dr. Servatius, sanırım gazla öldürmenin tıbbi bir mesele olduğunu söylerken diliniz sürçtü,” dedi. Servatius’un verdiği karşılık ise şöyleydi: “Aslında tıbbi bir konuydu, çünkü bu operasyon doktorlar tarafından gerçekleştiriliyordu; öldürmeyle ilgili bir meseleydi ve öldürme de tıbbi bir meseledir.” ’’

Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 79.

Dilsel Kodlamalar

Soykırımda bulunan insanların vicdan azabından yalıtık hale getirilmesi, hatta daha da ötesinde, en temeldeki hayvani merhamet duygusundan dahi yoksunlaştırılması için, mevcut durumun algılanışını manipüle edici dilsel kodlamalar yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Hatta zorunluluk haline getirilmiştir.

‘Ayrıca, bu meseleyle ilgili bütün yazışmalar katı “dil kurallarına” tabiydi. Bu nedenle, Einsatzgruppen’in raporları hariç, “imha”, “tasfiye” veya “öldürme” gibi cesur kelimelerin geçtiği belgelere pek rastlanmaz. Öldürme için belirlenen kod adlar “nihai çözüm”, “tahliye” (Aussiedlung) ve “özel muamele”ydi (Sonderbehandlung); tehcir için, Theresienstadt’a, imtiyazlı Yahudilere mahsus “yaşlı gettosu”na yönlendirilen Yahudiler söz konusu olduğunda “ikametgah değişikliği”, aksi takdirdeyse “yerleştirme” (Umsiedlung) ve “Doğu’daki işgücü” (Arbeitseinsatz im Osten) ifadeleri kullanılıyordu. (…) Dil sisteminin asıl etkisi, söz konusu insanları yaptıklarından bihaber tutması değil; insanların yaptıklarını, cinayet ve yalanlarla ilgili eski, “normal” bilgileriyle aynı kefeye koymalarını önlemesiydi.’’

(Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 94-95.)

Kötülüğün Sıradanlığı

Adolf Eichmann, İsrail mahkemesi tarafından yargılanırken iddia makamının ve kamuoyunun beklentisi, vahşi bir canavar görmekti. Nitekim Eichmann’a bütün Yahudileri öldürme suçlamalarının yöneltilmesi abesti; sadece Eichmann’ın kendisini daha büyük görmesine yaradı.

Arendt’in deyişi ile sahnesinden böyle büyük suçlamalar ile inme düşüncesi kendisine muazzam bir sevinç hissi veriyordu. Bütün suçların kaynağı olan birisi değildi. Bir yaratık da değildi. Yalnızca kötülüğün bir dişlisiydi ve sıradan bir insandı.

‘‘Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu.’’

Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 281.

Eichmann’ın kendisine bakışı da o denli gerçeklikten uzaktı ki, eylemlerini meşrulaştıracak ve olumlayacak argümanları çokça öne sürdü. Hem de bunlara içten bir şekilde inanarak! Kendisi kötü bir şey yapmamıştı!

Buna rağmen suçluluk duygusu içerisinde olması bir yücelikti! Sadece yasalara uymuştu. Yöneticilerin politikalarının kurbanıydı. Ölüm cezasını hak edenler yöneticilerdi. Hem yasalara uymak bir erdemdi ve kendisi de erdemli bir insandı!

‘‘Düşünüyordu da, ne yaptıysa, yasalara bağlı bir vatandaş olarak yapmıştı. Polise ve mahkemeye tekrar tekrar anlattığı gibi, görevini yapmıştı; sadece emirlere değil yasalara da uymuştu.’’

Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 142.

Kötülüğün sıradanlığı, daha bir korkunçtu sanki…

KAYNAKÇA

  • KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLIĞI, HANNAH ARENDT, METİS YAYINLARI, İSTANBUL, 2018
  • ZYGMUNT BAUMAN, MODERNİTE VE HOLOCAUST, ALFA YAYINLARI, İSTANBUL, 2016
  • YILDIZ DİLEK ERTÜRK, DAVRANIŞLARIMIZ VE BİZ, POZİTİF YAYINLARI, İSTANBUL, 2017
  • ROBERT MUSIL, NİTELİKSİZ ADAM, YAPI KREDİ YAYINLARI, İSTANBUL, 2022

Mahmut Ziya Yılmaz

Yüksüz miktarda borç verdim Hayatın tefesinde İşleyen sabanda kendim Ve kendimden sabana tarla Yetişen bir ben vardım Ve yetiştiren bir nadas Tek koşulmuş öksüz mü Yoksa öküz müydü Bilemedim Ve renkleri kör edip Yeşili kırmızıya Doğruyu yanlışa Oluru olmaza kattım Mevsimleri de rayından çıkardım Adem-i merkeziyet için Adem’in elması için Aslında daha çok Yutkunurken beliren Adem elması için Ve belki de aslında Fayrapziya için

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir