The Menu: Bir Bakış Açısı ve Estetik
The Menu anlattıklarıyla ve sunduğu görsel şölenle muhakkak zaman ayrılması gereken bir yapım. Yer yer damaklarınızı sulandıracak, çoğu zaman mide bulandıracak, tabağın kanla dolduğu bir film incelemesi ile karşınızdayız.
Mark Mylod’un yönetmen koltuğunda oturduğu film; Seth Reiss ve Will Tracy tarafından kaleme alındı. Anlatısı, hikâyesi ve çekim açılarının yanı sıra belki de diziye sizleri asıl çekecek etken oyuncu kadrosu.
Hemen hemen herkesin çok sevdiği, oyunculuğuyla son yıllarda adından söz ettiren aktris Anya Taylor-Joy başrollerden biri. Onun dışında; Ralph Fiennes, Nicholas Hoult, Hong Chau, Janet McTeer, Reed Birney, Judith Light ve John Leguizamo gibi değerli isimler de filmde yer alıyor.
Filmi spoiler vermeden inceleyeceğim. Başta biraz konusundan bahsedip ardından gastronomi uzmanı bakış açısıyla kendimce yaptığım çıkarımlara değineceğim. Öyle uzman falan dedim ama bu satırları yazarken bir yandan salçalı ekmek kemirdiğimi bilmenizi isterim 🙂
The Menu Konusu
The Menu üst kültür olarak adlandırabileceğimiz, fine dining restoran konseptini benimsemiş bir restoran ve oraya giden genç bir çift üzerinden anlatılıyor. Zamanla görüyoruz ki mutfak şefinin kâh yemeğe olan bakış açısı kâh bu seçkin kültüre olan yaklaşımı oldukça farklı.
Restoran özel bir adada. Restoranda başkarakterlerimiz dışında oldukça seçkin insanlar da var. Ünlü bir yemek eleştirmeni, film yıldızı, meşhur editörler gibi. Restoran sadece bir akşam yemeği değil aynı zamanda konuklarına tecrübeler sunmakta.
Film zamanla bu gösterilerin şiddete kayması ile faklı boyut kazanıyor. Özellikle baş şefin zenginlerin sömürüsü üzerinden yaptığı bazı diyaloglar anlatıyı güçlendirirken oyunculuklar da hikâye için tam anlamıyla meze oluyorlar.
İçerisinde bir nevi korku ve gerilim temaları barındıran film, pek çok eleştirmenden olumlu yorum aldı. Ne ki filmi izledikten sonra şöyle çevremdeki yorumları biraz dinleyip okuduğumda bazıları monologları gereksiz bulduklarını ve filmin sonunu beğenmediklerini dile getirmişlerdi. Ben ise aksini düşünüyorum.
Tabaktaki Elitizm Kırıntısı
Benim sıklıkla karşılaştığım bir kısım bu sözde elit kimseler. Eminim siz de hayatınızda bu insanlara rastlıyorsunuz. Zenginlikle gelen lüksün elitliğin bir göstergesi olduğunu düşünüyorlar. Halbuki elit olmak kafada başlar ve akıllar şekillenir. Zenginlerin güç göstergelerine tanıklık edip sözde “elit” sohbetlere tanıklık ediyoruz filmin başlangıcında. Şefi gördüğümüzde ise iş başka boyuta kapı açıyor.
Baş şefimizin filmde anlatı olarak tam bir vaiz olarak betimlendiğini söyleyebilirim. İnsanların iki dudağının arasına baktığı, elini çırpmasıyla altında çalışanları hazır ola getirdiği ve yemeğe olan bakış açısını görüyoruz.
Yemeği yemek için değil tatmak için servis ettiğini konsept sunumlarından ve söylevlerinden anlayabiliyoruz. Filmde yemeğe bakan iki farklı bakış açısına tanıklık ediyoruz. Birincisi başkarakterlerimizden biri olan Tyler’ın şefi idolleştirdiği (hatta tanrılaştırdığı) ve yemeğe tapıyor olmasını görürken; Margot ise sadece hizmet olarak görüyor.
Burada Margot’un bakış açısına daha yakın olduğumu söyleyebilirim. Özellikle fine dining restoranların her biri size bir tecrübe sunacaklarını söyleyip yemeği tanrı katına çekerler. Muazzam sunumlarla, ışıkla, ses ve kokuyla algılarınızla oynayıp karnınızın doymadığı bir sofra sunarlar. Bunu tercih edene saygım sonsuz ama bana göre değil.
Restoranların iki yüzlü tavırlarını sıklıkla görürüz böyle yerlerde. Size “misafir” derler ama gün sonunda cebinizden binlerce lira alırlar. Hangi misafirlikte soyulduğunuzu hissederek sofradan kalkarsınız ki?
Ve bence filmin komedi kısmı da zenginlerin öylece para saçmalarından kaynaklı ve sözde kültürel bakış açılarını yemeğe yansıtmaya çalıştıkları kısımlarda başlıyor. Şef ise yemeği tam anlamıyla anlamış biri ama bu anlayış sırasında kafayı sıyırmış ve zenginlerle yemek üzerinden oyun oynaması oldukça ilginç bir gösterimdi benim açımdan.
Her Şerden Bir Parçayla Hazırlanmış: The Menu
İstisnasız her anlatıyı yemekle bağdaştırıp menu’nün bir parçası olarak yorumluyor şef. Yolsuzluk yapanları, sahtekarları, sorgulamadan inananları, aldatanları, aç gözlüleri, asla tatmin olmayanları, yalancıları tabağında yansıtıyor. Şefin de söylediği gibi:
Tabaklarımı asla tatmin olmayacak insanları tatmin etme yanılgısına düşerek hazırladım. Bu bizim kültürümüz değil mi? Ve restoranım da bu sorunun bir parçası.
The Menu‘nün her noktası bir şefin, yani her anını özenerek geçinen birinin; tatmin olmayan insanların arasında nasıl kafayı sıyırdığını gösteriyor. Ya da körü körüne ona tanrı gibi bakan insanların idol olarak gördükleri insanların imajlarında kavrulmak uğruna nasıl kendi benliklerinden çıktıklarını…
Biraz daha derinlere inelim. Sanat, edebiyat, film, dizi, manga, anime, müzik, resim, yemek… Ne derseniz deyin; içinde bir anlatı, hikâye, tını barındıran her yolculuk insanın hayatına, karakterine ve prensiplerinin belirlenmesinde katkıda bulunur.
Kimisi kulaklarına değen o müziğin melodisi ile huzur bulur, kimisi baktığı bir resimden çıkardığı anlamlarla düşüncelerini şekillendirir. Bazısı da okuduğu bir kitabın/manganın sayfalarıyla hayatına yön verirken; izlediği bir film/dizi/anime ile entelektüel birikimler kazanan insanlar çoktur.
İtinalı Bakış Açısı
Bu kadar yolculuğun ve hikâyenin arasında akıllara bir soru geliyor elbet. Bunların hiçbiri olmadan yaşayabilir misiniz? Cevabınız büyük ihtimalle “evet” olacaktır. Tatsız tuzsuz bir hayat olur ama neticede onlarsız yaşarsınız.
Müzik dinlemeden uyuyabilirsiniz. Kitap okumadan hayatınızı değiştirebilir, bir ekrana bakmadan entelektüel birikim kazanabilirsiniz. Ne ki bu anlatıların, sanatın, düşünce yolculuklarının arasında biri var ki; onsuz yaşayamazsınız. O da: “Gastronomi”
Biliyorum, belki çoğunuz “gastronomi” kelimesine pek aşina değil. Lisanslı ve bu işin master’ını yapan bir gastronomi uzmanı olarak size kısaca tanımlayayım. Gastronomi: yemeği yapmaktan ziyade yemeği anlamak üzerine kurulu entelektüel bir serüvendir. Kimisi için bir bakış açısı, bir estetiği ifade ederken; kimisi içinse lezzetli yemek arayışı olarak tanımlanır.
Gastronominin olduğu yerde; sanat, edebiyat, kimya, biyoloji, antropoloji, tarih gibi pek çok alan da vardır. Kısaca insanın olduğu her yerdedir gastronomi. Ve insan varsa, hikâye vardır. İşte bu yüzden onsuz olmayan yegane anlatı yemektir, gastronomidir.
Filmi izlerken benim aklıma bunun farkında olan şefler geldi. Şefler ulvi bir iş yaptıklarının, sanata katkıda bulunduklarının farkında olarak yemek hazırlıyorlar. Özenle yemek hazırlayan bir şefin elinden çıkmış yemeği öylece mideye indirirken; arkasında yatan mükemmeliyetçi tavrı düşünüyor musunuz?
Muhtemelen “hayır”. Pek çok insan düşünmüyor. Ama bir şef, hele bu filmdeki gibi yemeği kafasına takmış bir şef için o tabak çok önemli. Ressamın tuvali, müzisyenin enstrümanı, yazarın kalemi, yönetmenin kamerası gibi adeta. Bu mükemmeliyetçi tavırla, itinalı bakış açısıyla sanat yapmaya çalışan birini izliyoruz filmde. Ne ki şöyle de bir ikilemle karşı karşıya kalıyoruz zamanla, bu ikilem filmde şöyle açıklanıyor:
Bir sanatçı amacını kaybettiğinde ne olur?
Acınası hale düşer.
Aslında şefin de yaptığı sanatla artık bir amacı olmadığını, bunun da acınası insanlar yüzünden olduğunu anlıyoruz. Bu da doğrudan bizi acılarla dolu bir tabağa ve kanlı bir sunuma yöneltiyor.
Kanlı Sunum
The Menu filmine bir gastronomi uzmanı bakış açısıyla baktığınızda arkasında yatan şahane mesajları istemsizce alıyorsunuz. Gastronominin sadece yüksek kültür olarak gösterilip fine dining restoranlardaki anlamsız beyaz tabaklara sıkıştırılmasına tanıklık ettim. Ve bunun ne kadar fayda sağlamadığına da. Ne gastronomiye, ne gıdaya, kimseye…
Mutfağın bir insanı ne kadar hasta ruhlu yapabileceğine bu filmle tekrar gözlemle fırsatı buldum. Şeflerin kendi hırsları doğrultusunda etrafındaki çalışanlarına nasıl kötü davrandıklarını izlemek oldukça ilginç ama bildiğim bir deneyimdi. Ki eminim mutfaklarda çalışan bir aşçı daha farklı hissedecektir. Ayrıca aşçıların o kaostan kurtulmak adına nasıl birer askere dönüştükleri, daha doğrusu robotlaştıklarını görmek bir açıdan da canımı yaktı.
Hani dedim ya mükemmeliyetçi bakış açısı diye. İşte bu ne kadar gerekli? Kendime bunu sormuşumdur hep. Evet, gastronomi estetik algılara dokunur lakin şu anki dünyamızda bu bir lüks değil mi? Açlık, susuzluk, gıda israfı bu kadar had safhadayken mükemmel tabaklar oluşturmak uğruna yemeği hazırlarken tonlarca fire vermek ne kadar mantıklı?
Şimdiki dünyamızda bence alt tema olarak sürdürülebilir gastronominin ve veganizmin getirdiği tüketim toplumu olmaktan sıyrılma düşüncesine bağlı kalarak yemekler hazırlamalıyız.
İtinalı olmak sadece tabaklarda değil, tabağı hazırlarken çöpe giden gıdalarda da olmalı. Sıfır atıkla, atık olduğu düşünülen kabuklar, çekirdekler, poslar, saplar, kökler, sularla hazırlanan her bir yemek; gastronomiye “fine dining” adı altında hazırlanan süslü tabaklardan daha çok hizmet ediyor. Ve bu mutfağın her bir ferdinin bilmesi, uygulaması, belki de sadece ve sadece robotlaşmaları, asker gibi savunmaları gereken bir konu olmalı.
Entelektüel Bir Egzersiz
Mise en place (ön hazırlık) yapan yamaktan, maydanoz saplarını ayıklayan komiden tutun da; eti dakikası dakikasına mühürleyen aşçıya, tabaktaki beyazlık ayarına dikkat eden baş şefe kadar herkes gıdayı koruyarak yemek yapmalı.
“Bu filmden bunu nasıl çıkardın?” diye sorabilirsiniz. İşte sanat böyle bir şey. The Menu de anlatmak istedikleriyle benim gibi bu işin eğitimini almış ve yıllarca sektörde çalışmış birinin zihninde farklı şeyler uyandırdı.
Ayrıca filmi izledikçe bu özenli yaklaşımla çıkan tabakların ne kadar lezzetli olabileceklerini kendime sordum. Yemek yüzeysel olamaz mı? Olmalı mı? Eğer böyle bir restoranda yüzeysellikten tamamen uzak tabaklar hazırlamak şartsa annemizin elinden yediğimiz salçalı ekmeğin lezzetini damağımızda hangi lezzet noktasına koyarız?
Bu da sizin ve benim çıktığımız gastronomi yolculuğunda her daim kendimize soracağımız sorulardan biri olmalı. Filmin son kısmını ve incelememin sonunu, fine dining restoranlara ve gastronomiyi sadece yüksek kültür gibi görenlere yapılan filmden leziz bir alıntı ile yapayım:
Bugün servis edilen her yemek entelektüel bir egzersizdi. Oturup tadı çıkarılacak şeyler değildi. Yemeğinizi yediğim zaman sevgisiz yapıldığı anlaşılıyordu. Takıntıyla yemek yapıyorsun, sevgiyle değil! Sıcak yemekleriniz bile soğuk. Eğer bir şefsen dünyadaki tek amacın insanlara gerçekten sevecekleri yemekler sunmak!
Siz The Menu filmini izlediyseniz ne düşünüyorsunuz? Ayrıca gastronomiye bakış açınızı da bu film nezdinde merak ediyorum. Yorumlarda buluşalım.