Zorba: Özgür Bir Ruh
Zorba hakkındaki incelememiz sizlerle. Kendi deyimi ile “kağıt faresi” olan bir entelektüelin, yani yazarın kendisinin, yaşamında karşılaştığı en rahat ruh ve en özgür haykırışı, yani Aleksi Zorba’yı ölümsüzleştirdiği eserini gelin hep beraber inceleyelim.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında kaleme alınan, 1964’te ise Michael Cocoyannis tarafından sinemaya uyarlanan bu eser hakkında detaylı bir değerlendirme yapacağız. Zira bu değerlendirmeye hepimizin ihtiyacı var!
Neden mi?
Yaşamımız boyunca bize etki eden kaygılar, girdiğimiz çıkmazlar ve peşinde koşturup durduğumuz varoluşsal sorular ile pek de alışık olmadığımız denli özgürce bir şekilde yüzleşen ve içselleştiren Zorba’nın sesini duymak için.
Yaşamda sıradan ama aynı zamanda binlerce yıllık olan bütün olguları her gün sanki ilk defa görüyormuşçasına özgün bir hayat sevinci ile dolu olan ve Kazancakis’in adeta bir kılavuz olarak gördüğü Zorba, yazarın akıcı kalemi ile ölümsüzleşmiş. Bize de bu ölümsüzlüğü, belki bir parça da bize bulaşır diye okumak kalıyor. Bu değerlendirme ile de bunu yapmaya çalışacağız.
Hayat Dolu Bir Hayat Uğraşı
Kitabın ismini ilk gördüğümde ve o dönem kitap hakkında bir ön duyumum olmadığı için aklıma ilk gelen şey, bir tiran modellemesi ya da otorite sorunsalının imgelenişi olmuştu açıkçası. Hatta kitabın kapağındaki dans eden adam çizimini gördüğümde de dans eden bir zorba hayal etmeye çalışmıştım. Halbuki bizim Zorba’mız bir özel isim: Aleksi Zorba. Ve kendisinin nadir rastlanan bir özelliği var, entelektüel birikimi olmamasına rağmen kendisi bir bilge, bir filozof, bir kılavuz. Hatta kitaba yazdığı önsözde Kazancakis bu durumu şöyle ifade ediyor:
‘‘Ölü ya da diri insanlardan, savaşmamda bana yardım edenler çok azdır. Ama ruhumda en çok iz bırakan insanları saptamak isteseydim, herhalde üç dört ad sayabilirdim: Homeros, Buda, Bergson, Nietzsche ve Zorba. Bunlardan birincisi, benim için, ölümsüzlüğü kurtarıcı bir ışıkla aydınlatan, camdan yapılmış parlak bir göz olarak kalmıştır; Buda dünyanın, içinde boğulup kurtulduğu dipsiz bir göldü; Bergson beni, gençliğimde her biri benim için birer işkence olan, çözülmesi olanaksız felsefe sorunlarından kurtardı; Nietzsche ise, yeni acılarla zenginleştirdi beni ve bana sıkıntıyı, acıyı ve kararsızlığı gurura çevirmeyi öğretti; Zorba ise, hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğretmiştir bana!’’ [1]
Peki, hayatı sevmek ve ölümden korkmamak nasıl olur?
Bunun elbette ki spesifik bir formülü yok. Formülü olmadığı için de Zorba değer kazanıyor. O, yetişkin bir çocuk olmanın doğallığıyla gülüyor, haykırıyor, kendi ile alay ediyor ve insanı mütemadiyen rahatsız eden ya da kısıtlayan tabulara doğal bir dürtüsellik ile yaklaşarak kendi özgürlüğüne sınır koymamış oluyor. Nitekim düşündüğümüz zaman fark ederiz ki, aslında çoğu zaman kendimiz ket vururuz özgürlüğümüze.
Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, toplumun özgürlüğe ket vuruşunun da bir insan işi olduğunun farkına varırız. Bahsettiğimiz bu özgürlüğe vurulan ket meselesi ise yalnızca insanın istediklerini yapamaması durumunu ifade etmez, aynı zamanda insanın yapmak istemediklerini yapmak durumunda kalması da bu meseleye dahildir.
Olmak ya da Olmamak: Bütün Mesele Bu!
Hatta daha da öteye gidersek, hayata nasıl bakacağımız noktasındaki belirlenimcilik de bir bakıma özgürlükten yoksun olmaya sebep verir diyebiliriz. Salt olarak olgun insana sunulan dayatmalar değil, yetişmekte olan bireye sunulan dayatmaları da kastediyorum. Sunulan dayatmalar diyorum zira kendi rızamız ile seçmemiz için bize dayatılıyorlar.
Nitekim yazar da eserinde bu motifi işliyor; yıllarca öğretilen ve “hayat bilgisi” mesabesinde sunulan öğretilerin kendisine kattığı ile, kısa bir sürede Zorba’nın kendisine kattıklarını bir kefeye koyuyor ve “Yuh olsun!” diyerek sitem ediyor. Ve daha da acısı, Zorba’nın kişiliğinde tezahür eden ve kendisine akseden bu yaşam perspektifini bu denli geç tanıdığı için hayıflanıyor çünkü bu perspektif artık onun için sadece bir felsefe malzemesi olmuş durumda.
Hâlbuki Zorba’nın yaşam perspektifi, yaşamın kendisi olmak isteyen bir olgu. Düşünerek, irdeleyerek ve hak vererek elde edilecek bir olgu değil, bizzat yaşanmalı! İşte yaşamın bu öne çıkarılışı, yani alınan nefesin, içilen şarabın, yenen ekmeğin, öpülen dudakların, edilen dansın, yüzülen suyun ve daha nicesinin her zerresi ile hissedilmesi sayesinde yaşam sevilir.
Bu verdiğim örnekleri düşünürken sizden ricam, anakronizme düşmemeniz ve bu örneklere, her günün sıradanlıkları ve monotonlukları olarak bakmanızdır. Zira bu, Zorba’nın sevincinin özüdür, gündelik olandan keyif almaktır.
Birtakım Özgürlük Meseleleri
Elbette bu bahsettiklerimiz, yani aslında özgürlük meselesi, cesaret isteyen bir iştir. Sadece topluma karşı bir cesaretten bahsetmiyorum. Kişinin kendi kalıp yargılarına ve benlik tereddütlerine karşı gösterdiği korkaklıktan ve kişinin kendi tabularını aşmasını sağlayan cesaretten bahsediyorum. Nitekim kitapta da temelde bir toplum baskısı söz konusu değil.
Kitabın kahramanının, Zorba’nın hayat doluluğu ile tanışmasının ardından ve beraber geçirdikleri vakit boyunca, hayatı içten bir şekilde duyumsayarak yaşama noktasında kendisindeki çekinceyi fark etmesi ve bunu eleştirel bu tutumla irdelemesi söz konusu diyebiliriz.
Eleştirel yaklaşım, her zaman mevcut düşüncenin dönüşümü sonucunu vermez elbette. Nasıl olur peki? Bunu bir kurgu ile ifade etmek isterim. Bilinen bir kavram vardır: “Femme Fatale”. Çekici ama bir o denli de tabu halinde olan kadınlar için kullanılan bir kavramdır. Burada etik değerlendirmelerin ve iyi-kötü ayrımının ötesinde, kurgusal olarak bir erkeğin kendi çelişkisindeki eleştirelliğine bakalım:
“Seni sevmiyorum. Ama sana aşığım. Seni sevmiyorum zira beni mahvediyorsun. Ama beni mahvedişlerin beni sana âşık ediyor. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde bilincime işleyen ve düşüncelerimde çoğunu aşmama rağmen, benlik tarihinin arketipleri olan ve bana da sirayet eden gulyabani tutumlar yani tabularım, bana seni sevemeyeceğimi söylüyor. Bir yandan da varlığının her çehresi, zekân, özgüvenin, düşüncelerin üstüne düşünmelerin, mimiklerin, vücudun, gözlerin, ses tonun; hepsi çekici bir estetiği haiz. Tabusun ama muhteşemsin! Beni sana aşık eden bir caziben var. Bu çelişkide hayat buluyorum!”
Peki, Ölümden Korkmamak!?
Ölüm, hangi düşüncede ya da inanışta olursa olsun her insan için mutlak bir gerçekliktir. Bu sebeple evrenseldir de. Ve bu mutlak gerçekliğin üzerine düşünmek, insanlığın, insanlık tarihi boyunca temel düşünce alanlarından birisi olmuştur. Hayatın anlamı ve sonsuzluk üzerine düşünceler ile harmanlanan varoluşçu felsefenin temel çıkış noktalarından birisi de mutlak ölümdür. Peki, ölüm bu denli mutlakken ondan nasıl korkulmaz?
Bunun en bilinen örneği, ölümü bir umut eşiği olarak görmektir. Yani ölümden sonra bir hayata inanmak, bu hayatta sergilenen tutumlar neticesinde biçimi belirlenecek olan bir sonsuzluk düşüncesidir. Bu düşünce çerçevesinde ölüm bir son değil, bir geçiş yani bir eşiktir.
Eskatolojik olarak yani diğer dünya bilgisi anlamında ise Tanrısal öğretilerin ve mitolojilerin dışında dayanağı olmayan insan ise, yaşadığı çelişkinin ve sonsuzluk arzusunun içerisinde kıvranır. Bu durumun betimleyen ifadeler arasında beni ziyadesiyle etkileyen bir tanesi mevcut: ‘‘Tanrım, sana iman ediyorum, imansızlığıma yardım et!’’ [2]
Bu ifadeyi ilk olarak Unamuno’nun Hayatın Trajik Duygusu isimli eserinde görmüştüm. Yine aynı eserde, bu çelişkiye dair yazarın çarpıcı bir aktarımı daha var: ‘‘Kanıtlanmaya değer hiçbir şey ne kanıtlanabilir, ne de aksi kanıtlanabilir.’’ [3] Yani ölüm gerçeği, ya sonsuzluk öğretisine inanılarak görece daha kolay benimsenir, ya mantık ve inanç arasındaki çelişkiler ile çarpıcı bir etkiyi barındırır. Ya da ardını noktalayıcı salt bir gerçeklik halinde özümsenir.
Peki, Zorba ne yapıyor? Ölümden nasıl korkmuyor? O, vücudun sonunda ölüm gerçeğini tadacağını ve hangi vücut olursa olsun solucanlara yem olacağını benimseyerek; bu gerçeği benimsemekle bu mutlak sona dair korku duymadan yaşamakla özgürlüğünün yelkenlerini şişiriyor. Umursamamak onun özgürlüğü aslında.
Cevapsız Sorular
Zorba’nın bu perspektifini gördüğümde ilk başta kabullenememiştim. Tıpkı Cioran’ın Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne isimli eserinde belirttiği gibi düşünüyordum: ‘‘Ne zaman ölümü düşünmesem, hile yaptığım, içimdeki birini aldattığım hissine kapılıyorum.’’ [4] Hala daha ölüm benim için temel çıkış noktalarından birisidir.
Lakin Zorba’nın perspektifi bu noktada anlamsız kalmıyor. Bilakis, ucu görünmeyen zincirlerin boyunduruğunda olmanın sakıncasını hatırlatıyor insana. Nitekim cevapsız kalan sorular zamanla vahşileşirler ve insanın üstüne üstüne binerler.
Zorba’nın omuzlarında ise bu ağırlık yok. O, mutluluğunu kendi boyunun hizasında arıyor ve bu sayede buluyor onu. Hal böyle iken şu sorular aklımıza gelebilir belki, “Ama yüceliği nerede bulacağız? Mutlu olmak adına bilgeliği feda mı edeceğiz? İkisini bir arada bulunduramaz mıyız benliğimizde?”
Benim şahsi kanaatim, huzurun ve yüceliğin aynı yerde bulunmasının zorluğu üzerinde. Ama bırakayım da, bütün bu irdeleyişimize, yazarın kendi kendine gerçekleştirdiği bir içsel muhasebe cevap versin. Cevap versin derken, aslında düşündürsün bizi. Zira ben de düşünüyorum bu savın üzerinde: ‘‘İnsanın ölüm yokmuş gibi hareket etmesiyle, aklında her an ölüm olduğu halde hareket etmesi, belki aynı şeydi, ama, o zaman bunu bilmiyordum daha.’’ [5]
Şunu da belirtmeliyim ki, Zorba’nın ölümü özümseyişi, mutlak olan bir gerçekliğin bilgisine vakıf olmak ve ondan korkmamak ile oluyor. Ama sanılmamalı ki Zorba ölüme razı. Ona göre, onun gibi insanların bin yıl yaşaması gerek bu dünyada. Ölüme rıza göstermiyor. Ama ölümü umursayarak onun kölesi de olmak istemiyor. İstememek de denmez buna, zihni bu kabul ile şekillenmiş desek daha doğru olur. Ve elbette Zorba’nın ruhu da yaralarla doludur.
Bu hayat sevgisinin izdüşümünü, ana karakterin arkadaşına yazdığı bir mektupta da görürüz: ‘‘Benim buradaki sevincim çok büyük. Çünkü çok çok basit şeylere seviniyorum. Sevincim, dayanıklı nesnelerden fışkırıyor: temiz hava, güneş, deniz ve kepekli ekmek.’’[6] Belki bu düşünce size stoa felsefesi gibi gelebilir ama, bence burada daha da ötesi mevcut. Bir şükredişten ziyade bir kavrayış gibi.
Yenilgiler ve Zaferler
Zorba’ya göre yenilgiler mutlak kayıplar değillerdir. Ona göre yenilgilerin yaşanması, hayatın zaferlerinin elde edilmesinin öncülüdür aslında. Ve burada Zorba’nın, kitabın ana karakterine yani patronuna öğrettiği en önemli noktalardan birisi ise, insanın sıradanlığının benimsenişidir. Romantizmin derinliklerinde gezinen insan, sıradanlığını fark ettiği herhangi bir durumla karşılaştığında büyük bir çöküntü yaşar.
Belki o güne değin benliğinde taşıdığı anlamı kaybetmiştir, belki gücünün sınırları yüzüne yüzüne çarpmıştır, belki hayatının mahdutluğu benliğini sarsmıştır, belki de geri döndüremeyeceği bir kayıp yaşamıştır; kim bilir! Sıradanlığı kabul edişteki bu bilgelik, elbette insana ajitatifde olsa önemli ölçüde özgürlük sağlar. Nitekim feylesofluğun da salt olarak kuramsal düzlemde kalmamasının sebebi bu şekilde açıklanabilir.
Zira etten ve kemikten olan insanoğlu, felsefi eylemin hem öznesi hem de nesnesi olmakla; nesnel olandan ziyade öznel olana yönelimiyle de felsefenin kuramsal bütünlüğü ve kümülâtifliğinden ziyade onun bireysel deneyimleyicisidir.
Hatta söyleyebiliriz ki, düşüncesinin üzerine düşünen her insan felsefi eylemin basamaklarına adım atmıştır ve bu durum onun eylemlerinin motor gücü olur. Nitekim Zorba’da bu durumu görüyoruz, yani onun bütün sıradanlığı ile hayata tutunuşunda bir bilgelik var aslında.
Trajediyi duyumsamakla beraber hayatın komedisini benimsiyor. Aslında perspektifini geniş ve yüce tutuyor diyebiliriz. Zaten kitabı okuduğunuzda fark edeceksiniz, yazarımız Zorba karakterini yüceleştiriyor; benim kanaatimce de yüce bir insan.
Id: Hepimizin Zorba’sı
İrdelemek istediğim ve yenilgiler ile zaferleri barındıran bir durum daha var. O da Zorba’nın benlikteki temsiline dair. Freud’un çokça bilinen benlik sınıflandırmasını hatırlayalım. Id, içgüdüsel ve ilkel davranışlarımızı temsil eder, haz ilkesi tarafından yönlendirilir; süperego ise ebeveynlerimiz ve toplumsal olan tarafından bize akseden ve içselleştirdiğimiz idealleri ve etik yargıları ifade eder; ego ise, bu iki olgunun etkilerinin bireysel olarak oluşan bir denge neticesinde oluşur, yani benliğin kendisidir.
Kitabın iki ana karakterinden birisi olan yani kitabın anlatıcısı olan kişinin Zorba ile girdiği etkileşimde, bu benlik sınıflandırması üzerinden baktığımızda ilginç bir yan görürüz. Zorba, adeta kitabın anlatıcısının id’imesabesindedir.
Nitekim anlatıcı Zorba’yı kaba saba, temel olarak haz ilkesine dayanan bir kişilik olarak betimler. Ve Zorba’nın bu kişiliği, anlatıcının o güne kadar hayatında etkili olan, bütün yaşadıkları çerçevesinde oluşmuş süperegosu ile çatışır. Bu çatışmayı eserde sık sık görürüz. Anlatıcı, Zorba’nın bu güdüselliğine hayran olur. Onun bu özgürlüğüne imrenir.
Hatta kendisini Zorba’nın enerjisine de bırakır. Lakin yine de kökleşmiş benlik dengesini tamamen aşamaz. Zorba’nın yolculuk davetini geri çevirir. Kendi “kitap faresi” yaşantısına, Faust’a özgü öğrenme hastalığına kapılarak yolları ayrılmakta. Hayat sevgisi mesabesindeki çılgınlıktan ziyade mantıklı ve ölçülü olanın peşinden gider. İçindeki büyük çağrıya kulak asmaz. Ama bütün bu çelişkisi sebebiyle, ruhundan ötürü hayatında en çok utandığı kişi de Zorba’dır.
Kazancakis
Yazardan bahsetmeden önce belirtmek isterim ki, eserin çevirisi ziyadesiyle akıcı. Nitekim çevirmen Ahmet Angın da 1919’da Girit’te doğmuş, hayatında birçok Yunanca çeviri yapmıştır. Diğer bir Girit’li olan yazarımıza gelince; Kazancakis, düşünceleri sebebiyle kilise tarafından aforoz edilen ve eserleri yasaklanan bir kişidir.
Lakin onun eserleri okuyucusuna bulacak etkiyi haizdir. Zira o, eserlerini yaşayan bir insandır aynı zamanda. Nitekim net bir bilgi olmasa da Zorba karakterinin kurgu olmaktan ziyade yazarın gerçek hayatta tanıdığı bir kişi olduğu, eserdeki anlatıcının da yazarın kendisi olduğu düşünülmektedir.
Sonuç olarak kendisinin dünya çapında bilinirlik kazanması da bu eser ile olmuştur. Kazancakis’in ilgimi çeken yanlarından bir diğeri ise, Henri Bergson’un izlerini taşıyor olmasıdır. Onun öğrencisi de olmuştur kendisi. Eğitimini hukuk alanı üzerinde yapmıştır.
Goethe ve Dante gibi isimlerin kült eserlerini Yunancaya çevirmiş ve hatta ilgimi çeken bir olgu olarak, Homeros’un Odysseia destanına 33.333 dizelik bir devam yapıtı yazmıştır. Ayrıca belirtmem gerekir ki doğduğu kent olan Heraklion’daki mezarında yazan yazı, kendisini ve hatta irdelediğimiz eserin kahramanı Zorba’nın izdüşümünü yansıtan harikulade bir cümledir:
Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.
KAYNAKÇA
Kazancakis, Zorba, Can Yayınları, İstanbul, 2021.
Markos’a Göre İncil, 9. bab, 24. Ayet.
M. Unamuno, Hayatın Trajik Duygusu, Divan Kitap, İstanbul, 2021.
E. Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2019
[1] Kazancakis, Nikos, Zorba, Can Yayınları, İstanbul, 2021, s. 9.
[2] Markos 9:24
[3] Unamuno, Miguel, Hayatın Trajik Duygusu, Divan Kitap, İstanbul, 2021, s. 50.
[4] Emil, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2019, s. 34.
[5] Kazancakis, Nikos, Zorba, Can Yayınları, İstanbul, 2021, s. 52.
[6] Kazancakis, Nikos, Zorba, Can Yayınları, İstanbul, 2021, s. 113.